19 Aralık 2011 Pazartesi

keşke


Koleksiyonuma bir yenisini daha ekledim. Bilmiyorum ne zaman başladım ilk olarak? Sokaktaki şen kahkahalı çocuk olmak mıydı yoksa mavi bisiklet mi? Ya da kendim olmak istemediğim o gün mü?

Sahiden ilki ne zamandı? Ya da hangisi ilk acı veren, hayır dedirten, küfrettiren ve en sonunda kabullendiren? Kuralı bu muydu işlerin? Gidenin arkasında kalan, kalanın önünde giden olmak mı? Yoksa hangisinin daha kötü olduğunu düşünürken zamanı kaçırmak mı?


Çok defa düşündüm bunu ve her seferinde yol aynı istasyona vardı. Hepsi aynı şey aslında. Neticede hepsinin başı sonu bir keşkeye dayanıyor. Keşke diyerek başladığın her cümle çaresizliğini ele veriyor. Çaresizliğin ümitsizliğini besliyor. Ümitsizlik de can dostu hüznü çağırıyor. Sonunda bir bakıyorsun sen, keşkelerin ve ümitsizliğin oturup bakıyorsun hayatına… Sanki senin değilmişçesine.


kağıda karalananlar

Mayıs 2010

tuz köprüsü

osman 














kaç zaman oldu acaba? yıllardır tv seyrederim ama herhalde ilk kez bir karakter beni bu kadar etkiledi. ilk kez bir karakteri izlerken kendime hakim olamıyorum.

küçüktüm, henüz ilkokula bile gitmiyordum. oturma odasının kapısında bir delik vardı, yaklaşık bir yumruk genişliğinde. annemle babam kavga etmişti ve babam bütün hıncını kapıdan çıkarmıştı. gecenin bir yarısı uyanmıştım ve kapıya bakıyordum. uykudan olsa gerek hiçbir şey anlamadan kapıya ve sinirden boyun damarları şişmiş anneme bakıyordum. annem ve babam birden dönüp bana baktılar, arkasından sahte bir şefkat gösterisi. ertesi gün kapısında bir yumruk büyüklüğünde deliği olan bir oturma odasına alışmıştım. bir yumruğun sonucunun, bir evin doğal manzarası haline nasıl gelebilirdi böylece öğrenmiştim.

yaşanmışlıktan mı yoksa küçük oyuncunun çok başarılı olmasından mı bilinmez dizinin ikinci bölümünü izlerken ağladım. bunca yıldır özellikle de televizyonda izlediğim hiçbir şeye karşı doğru dürüst tepki vermememe rağmen hüngür hüngür ağladım.ne annem ne de babam anlayamadı bana ne olduğunu…

aklıma hep çocukluğum geldi. siz hiç bir salatalık için tokat yediniz mi? ya da evin içindeki çocukluğu ilkokuldan sonra başkasına devredip büyüklerin işlerine soyundunuz mu? siz hiç iki insan arasında tuz köprüsü oldunuz mu?

yıllar geçtikçe o köprü o kadar büyüdü ki… ben ağladıkça yaşlardan kalan tuzlar köprüyü büyüttü, sular köprünün altından aktı gitti. giderken yanında o kadar çok şey götürdü ki geriye bolca yaşanmışlık ve tükenmişlik bıraktı. köprünün ayakları o kadar genişledi ki içinde kaybolan çocuğu kimse göremedi. dıştan sağlam ve güçlü durduğundan “sorun olmaz” deyip geçti herkes. ama işte o akşam ağlarken körünün ayakları çatladı. içinin o kadar da dolu olmadığı görüldü.

ama artık her şey için çok geç. ne akan sular ne de akarken yanında götürdükleri geri gelmeyecek.

kağıda karalananlar
Aralık 2011

bir

hemen her şeyin temeli. mesela bir hücre ile başlar her insan yaşama. ister dini, ister materyalist görüşü savunsun temelimiz hep bir’e dayanır.

buna göre bir amacı olmalı insanın. bir hedefi, bir isteği, bir sevdiği. bir ailesi olmalı. gerçekleştireceği işler arasından daha önemli birisi olmalı. arkadaşları arasında birisi daha önemli olmalı. sevdiği kadınlardan/erkeklerden birisi daha özel olmalı. içinde en azından bir duygu öne çıkmalı. herkes için bir kelime olmalı. ve herkes o bir’inin farkında olmalı. sadece bir tane ve yok benzeri. kaybedildiği anda geri gelemeyecek nitelikte şeyler çünkü.

bir kere kaybeder insan amacını, sonra sorgulamadan ve mutluluğu amaçlamadan yaşar. bir kere gerçekten aşık olur ve eğer kaybederse ondan sonrakiler sadece onun yokluğunu kısmen doldurma amaçlı olur.

yokluğu hissedilen şeylerin hepsi bir tanedir. kendi birlerimizi tanımlamanın ve kaybetmemek için çabalamanın zamanı o vakit.


kağıda karalananlar
Kasım 2011

18 Aralık 2011 Pazar

az




 


…Çünkü görünene aldanmak, hayatı daha dayanılır kılmanın ilk şartıydı… syf:173


…”Taşıyor” dedi çocuk. Bidonu göstererek. Daha dikkatli baksaydı Derda’ya, taşanın bidon değil, gözleri olduğunu farkedebilirdi… syf:190


…Bu hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağını anlamıştı. Biri için ölüm kalım meselesi olan, diğerlerinin gözünde toz kadardı. İsa çevresindeki mezarlara baktı ve iyi ki ölüyorlar, dedi içinden. İnsanoğlunun, hak ettiği için öldüğüne o gün inandı. Ölene kadar da başka bir şeye inanmadı… syf:203


…”Peki ya kimse gelmezse?” diye sormuştu Filipinli. “Kim kalbinden vazgeçecek kadar kendini bir şeye adayabilir ki?”

“Onu da göreceksiniz!” demişti bina.

“Ya hayatlarının anlamını bulamayanlar?” diye söze girmişti kızılderili. “Onlar ne olacak?”

“Onlar da, göğüslerinde bir et parçasıyla canlı canlı çürüyecekler. Ve buna yaşamak demeye devam edecekler!”… syf:251


…Yasin, hiçbir şey yapmayacak ver durmaya devam edecekti. Ölene kadar. Sonra biraz da orada duracaktı. Toprağın altında. Sonra da yok olup gidecekti. Hiç gelmemiş gibi. Dünya üzerindeki bütün insanlardan farklı olarak. Çünkü bütün insanlar bir şeyler yapmış, yapıyor ve yapacaktı. Hatta öldükten sonra bile. Bazıları cennete gidecek, bazıları doğaya karışacak, bazıları da yeniden doğacaktı. Kimse Yasin kadar yok olup gitmeyi göze alamıyordu. Kimse bir iz bırakmadan kaybolmaya cesaret edemiyordu. Dünyadan gelip geçtiklerine birilerinin tanıklık etmesi şarttı. Varlıklarını süslemek için. Yasin hariç herkesin içine gömüldüğü bir piramit vardı. Öyle ya da böyle, herkesin bir ölümsüzlük planı vardı. Ama Yasin fazla ölü görmüştü. Hayatı boyunca bir savaş alanında yaşamış gibi. Dünya üzerinde hayatta kalan son insan kadar ölü görmüştü. Belki de bu yüzden yok olup gitmekten korkmuyordu. Var olmaktan yeterince korktuğu için… syf:261


…Belki de hayat, yanlış anlayınca güzeldi. Sadece yanlış anlayınca. Ama her şeyi… syf:280



…Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını.

Hepsinin de yanıtı aynıydı: Hiçbir yerden..

Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilmediği için… Çünkü her davranışın zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar. Çünkü her hareketin nihai sonucu acıydı ve belki de, insanoğlu bunu bilse, hiç doğmazdı. Belki de daha kötüsü, bütün bunları bilse de doğmaya devam ederdi. Ne de olsa, insandı ve doğası gereği arsızdı. Doğmak için her şeyi yapardı. Gerekirse karnından çıktığı annesinin leşini doğumhanede bırakır, hatta dünyaya ikizine yapışık halde bile gelir, ama yine de doğardı… syf:305


…Sana yemin ediyorum. Her neredeysen gelip seni bulacağım. Eğer öldüysen, peşinden koşacağım. Ölümden sonra hayat yoksa da, sana kavuşmak için, onu yaratacağım… syf:331


…Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az… O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az… Sen de farkettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabe ile yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi… syf:349


…Birbirlerine son kez bakıp uyudular.
Ölümüne.

Seksen yaşındaydı.
İkisi de.
Birlikte olabilmek için kırk yıl,
Birlikte ölebilmek için de
Bir kırk yıl daha
Yaşamışlardı… syf:355

iskender





“Bir oğlan çocuğundan erkek çıkaracak iki şey vardır bu dünyada. Unutma! Birincisi bir kadının aşkıdır. İkincisi de başka bir adamın nefreti.” Syf:53 












“Bir mesafe olmalı. Düşmanınla senin aranda, yediğin darbe ile iç organlar arasında, bireyle toplum arasında, geçmişle bugün arasında, anılarla vicdan arasında… Bu hayatta yaptığın ya da hissettiğin her şeyde bir mesafe olmalı. Mesafe seni korur.” Syf:129


 

“Şehri seviyordu ve kendini yabancı gibi hissetmekten gocunmuyordu, çünkü yüreğinin derinliklerinde hep öyleydi zaten: her yerde yabancı.” Syf:154


“Âdem’in sesini toplayıp bir şey demesine kalmadan eklemiş muhtar: “Sen daha bunları bilemeyecek kadar toysun ama bir adamın aşkı mizacının devamıdır, evlat. Yani erkek kavgacı ise sevdası da kavgalarla dolu olur. Kendine hep düşmanlar bulur. Sakin ve nazik ise sevdası merhem gibi, bal gibidir. Eğer kendisine acırsa ve zayıfsa, aşkı da un ufak olup dağılır. Yok eğer neşeli bir herifse sevdası da şenlikli olur.”

Âdem bütün bunların ne anlama geldiğini kestiremeden dinlemiş.


“Sevdalanmazdan önce kendine bir kere sormalısın. Benden nasıl bir âşık olur acep diye. Söyle bakalım, nasıl birisin sen?”


“İyi biriyim” demiş Âdem.” Syf:196



“Dünya yalan dolu tatlım. Daha fazla palavraya kimsenin ihtiyacı yok.” Syf:204

bazen sadece başlamak gerekir

olmaz olamaz imkansız benimsin... böyle miydi yahu bu şarkı? neyse. önemli de değil zaten. bir yerden başlamak lazım diye bunu kullanıyorum. hem ne demiş oracle ablamız. başlangıcı olan her şeyin sonu da vardır. yani meraklanmayın bu saçmalamalar güruhunun da bir sonu olacak. ama ne zaman? azz sonra!!

zaten bu yazının bir amacı da yok. şimdi başlıyorum. hazır mısınız? ha bu arada okuyan olursa baştan sona haber etsin. kendisine sürpriz ödüllerim olacak. vallaha.

bu kadar güzel olmaya hakkı olamaz onun. evet olamaz. hayır olamaz. gitmeli artık buralardan bak şiir bile buldum hatta o'nu bıraktım şiire aşık oldum. ama cemal süreya'ya değil. o kötü eder adamı. neticede "mutlu olmayı kim istemez ki, ama mutsuzluğa da var mısın" sorusu var onda ve fatal error verir adamda animallah. ben onunla ilgili feyzbuh aleminde ne var ne yok siler süpürürken, eldeki avuçtaki her nevi dokümanı hatmederken o gezemez öyle ortalarda.

 
şimdi ne oluyor dediniz kanımca. ne bu paragraf. tanıtayım kendisi kağıda karalananlar serisinden. şubat 2008'de karalanmış. kanımca otobüste olmuş çünkü o yazıyı başka türlü yeniden oluşturamam.

 
insanoğlu ne garip değil mi?-bak yine aynı kalıp. bundan sıyrılmam lazım. yazı içinde soru sorup cevaplamak benim isyanım oldu resmen.- hayır ama cidden garip. vallaha. yani bir yıl öncesi ile şimdisi arasındaki değişimi ileri sarma tuşu olsa da görsek. altımıza sıçarız gülmekten. değmez hiçbir şey bu hayatta iki damla göz yaşına. al bunu da yazın mezar taşıma beğendim cidden.


şimdi sözü can yücel'e bırakırken bir sonraki zırvalama eyleminde görüşmek üzere diyorum. esen kalın...
bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"o olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
demeyeceksin işte.
yaşarsın çünkü.
öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
çok sevmeyeceksin mesela. o daha az severse kırılırsın.
ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin o'nu sevdiğinden.
çok sevmezsen, çok acımazsın.
çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
senin değillermiş gibi davranacaksın.
hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
çok eşyan olmayacak mesela evinde.
paldır küldür yürüyebileceksin.
ille de bir şeyleri sahipleneceksen,
çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
gökyüzünü sahipleneceksin,
güneşi, ayı, yıldızları...
mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"o benim." diyeceksin.
mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin...
mesela gökkuşağı senin olacak.
ille de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
mesela turuncuya, yada pembeye.
ya da cennete ait olacaksın.
çok sahiplenmeden,
çok ait olmadan yaşayacaksın.
hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
ilişik yaşayacaksın.
ucundan tutarak...

sabahın körü


sabahın köründe kalktım yine her zamanki gibi. sabah çiyi düşmüş etrafa hoş bir serinlik var. tam sigara içilecek hava dedim yaktım bir tane. hani öldüğüm falan da yok ama nedense gözlerimin önünden geçti geçmiş günler. yalın ayak duruyordum balkonda ondandır dedim umursamadım. lakin sonradan farkettim bu geçen şey film değildi, kısa filmler gibi ama tam olarak öyle de değil. başlıyor ama nihayete ermiyor bir türlü. hep yarıda kalıyor. hani sonlarının nasıl olduğunu kestirebilsem tamamlıyacağım da bir fikrim yok ki!



ukte formunda hepsi, başlıkları hazır lakin tanımları yok. birisi tamamlar mı belki o zaman ben de coşar yazarım bir şeyler diye düşündüm lakin kimse ilgilenmedi. zaten ilgilenmeleri de gerekmiyor da maksat suçu başkasına atıp yükten kurtulmak. suçu başkasına atınca vicdanı rahatlıyor insanın. umursamıyor hatalarını. lakin kimse de suçu üstlenmeyince işte o zaman kötü koyuyor adama. işte o zaman, sabah çiyi düşmüş balkonda yalın ayak dikilirken filmler gözünün önüne geliyor. başı olan sonu olmayan, konusu anlaşılmayan.


ilk sigarayla bunları düşünüyor insan, sonra ikinci sigarada daha da kötüleşiyor durum bariz titremeye başlayınca kafa da sallanıyor anlaşılan düşünceler berraklaşıyor galiba. çaresizlikler geliyor aklına insanın. sorumluluk ne boktan şeymiş hocam? sorumluluk bokuna hayallerden vazgeçmek ne kötü durummuş. yahu birileri bana bunu deseydi hiç girişmezdim onca sorumluluğun altına! bak yine başladı aynı döngü, neden suçluyorsun başkalarını? sen farkına varmadıysan neden uyarsınlar ki? senin hayatın hakkında başkalarının yardımına neden ihtiyaç duyuyorsun ki?


üçüncü sigarada insan anlıyor sigaranın bokunu çıkardığını. aç karnına hem de soğukta, hem de balkonda üstüne, yalın ayak cidden boku çıkıyor. ama ne yaparsın aydınlanma denilen hadise zor zenaat. nerede ne zaman geleceği belli olmuyor. geldiği zaman yanında zatürreyi getirirse de bir şey diyemezsin yani. neyse üçüncü sigaranın aklına getirdiklerine gelelim şimdi. üçüncü sigaranın aklıma getirdiği şey artık daha fazla sigara içmeden zıbarıp uyumam gerektiği.
 
kağıda karalananlar
Şubat 2009