1 Mayıs 2010 Cumartesi

neticede


neticede hayat yorucu şey azizim. sabah kalkıyorsun, her zamanki ritüelleri yerine getirdikten sonra askıda beklettiğin o güne özgü ya da her zamanki ifadeni takınıp bırakıyorsun kendini akışa...


neticede akış bu. kontrolsüzce sürüklenme durumu söz konusu. her ne kadar akış kontrolsüzce ve özellikle senin kontrolün dışında olsa da, sen asla ama asla ifadenden ödün veremezsin. neden? koruman gereken ama iyi ama kötü bir imajın var. sanma ki susuzluk her şey, imaj hiçbir şey. tam aksine imaj her şey gerisi hava civa. imajını muhafaza etmen şart, çünkü ispatlaman gereken çok şey var etrafına...


neticede kendi hayatını yaşamayı değil, başkalarınca beğenilmesi amaçlanan bir hayatı istiyorsun. hem dert edilecek bir hadise değil. neticede pazarlamacılar ve toplum mühendisleri sağolsun herkese uygun bir kalıp bulunur oldu günümüzde. kimlikmiş, sana özgüymüş, bana özgüymüş... ne önemi var ki? kalıplara uysun yeterli.


neticede metamız olması gereken nesnelerin metası olarak devam ediyoruz "yaşama"ya. daha çok bağlantı içinde olmak marifet sayılıyor ayrıca. facebook'ta kaç arkadaşın var? 200? 300? daha fazla? sahi kaç kişiyle aktif olarak görüşüyorsun? listende yer aldığı halde gün içinde görüp selam vermediğin kaç insan var? ama bunların önemi yok ki. genel kalıp olabildiğince çok bağlantın olmalı diyorsa, olacak. aykırılık değil ortaklık esas olan.


neticede sen kendine özgü bir birey değil, kitlenin beklentisine uygun bir dişlisin. amaç makinenin dönmesi, doğru amaç için çalışması değil. sadece çalışması. ailen sana kafalarındaki kaderi biçer, kız arkadaşın ya da erkek arkadaşın senin için tüm geleceği parseller, iş yerin hayatının geri kalanını ipotek altına alır, devinim içinde hiçbir şeye hakettiği kadar önemi vermeden sürdürüp gidersin günlerini...


neticede, neticede kapılma bu düzene. nehrin içindeki bir kayanın üzerine çık. etrafına bakın. bak bakalım ne göreceksin? kalıplar senin ifade etmedikçe içinde barınma ama sırf bir şeyin içinde barınmak için de kabullenme kalıplarını. etrafının sana biçtiği hayatı değil, kendi istediğin hayatı yaşa. sırf çevrendekiler istiyor diye bir ilişkiye devam etme ya da konuşmak istemediklerinle konuşma...


neticede hayal kurmak güzel ne de olsa...

kağıda karalananlar
Nisan 2009

21 Mart 2010 Pazar

gereksiz takıntılar silsilesi 2

hmm... akşam vakti bir şeyler karalamak isteyip de karalayamamak ne acı şey anne. o değil de bu ne diye takıntı sorgulamak lazım. neyse sorgulayamacak kadar tembelim şu anda. öptüm bye!

gereksiz takıntılar silsilesi 1

otobüs durağındaki çiftlere kıl oluyorum. yani gıcıklar arkadaşım. ne bileyim öyle ayakta dikilmeler, sarmaş dolaş durmalar falan. cık cık cık.
 


ama onlar bile katlanılabilir seviyedeyken, olay bir noktadan sonra rezilliğe bağlıyor. otobüs gelip de kızı otobüse bindirdikten sonra dışardan şebeklik yapmak. eylem olarak bulabildiğim tanımı bu. yazık valla, nice yiğit bu uğurda karizmayı çizdiriyor. hani 2010 yılında bu komedi bitmeli. yazık valla.

8 Mart 2010 Pazartesi

pazar günlerinden nefret ediyorum

pazar günü, en sevmediğim gündür. kelimenin tam anlamıyla nefret ediyorum. öyle böyle değil yani. hafta 6 gün olsa ve pazar olmasa tarifi mümkün olmayan sevinçlere gebe kalabilirim, erkek olmama rağmen.
 
sabah kalkıyorum, kahvaltımı yapıyorum ama pazar gününün o kendine has kötülüğü çıkmak bilmiyor içimden. evin her yerinde, her şeyde günlerden pazar olmasını sindirememiş olma duygusu akıyor sanki. kabullenemiyorum. salakça mı? %100. ama böyle işte.

 
zaten günlerdir düşüncelere dalmış vaziyetteyim. felsefe konularına daldım ama laf olsun diye değil. okulun bitmesinin yaklaşmasının mı yoksa gelecek dediğim zerzevatın şimdimden fazlasını sunmadığını idrak etmiş olmamdan mı bilinmez derin bir durgunluk hali içindeyim.

 
öyle bir durgunluk hali ki tek yapabildiği favori sorum olan "neden?" diye sorabilmek. neden? hemen her şey hakkında neden sorusunu sorar oldum. o kadar salakça konular hakkında sormaya başladım ki olmasını beklemediğim akıl sağlığımdan hepten şüphe eder oldum.

 
geleceğin hakkımda iyi şeylere gebe olmadığını, vakti zamanında gebeyse bile çoktan kürtaj yaptırdığını anladığımdan mı bilinmez, eskiyle daha bir hesaplaşır oldum. eskiler aklıma geliyor. orada kalıyor gitmek bilmiyor. nedenler, niyeler, niçinler... o zaman neden bunu yaptın? niye bunu dedin? şunu şöyle yapsaydım acaba nasıl olurdu? macera tüneli serisi vardı eskiden. ben orta okuldayken galiba. kitap bildiğiniz sırada ilerlemezdi. her sayfanın sonunda seçenekler olurdu. şunu yapmak istiyorsan şu sayfaya, bunu yapmak istiyorsan şu sayfaya git gibi. her kitapta ortalama 20 farklı son bulunurdu. kimisi iyi, kimi kötü. işte şu ara hayatımın bir macera tüneli kitabı gibi olmasını istiyorum. her günü, her anı, her tercihi yaşar yaşamaz karşıma bir pencere açılsa ve bana opsiyonlarımı sunsa ne bileyim hoş olurdu. bunun yanında bir de ctrl+z tuşu olursa yeme de yanında yat.

 
tercih etmek neden bu kadar zor? neden her tercih içinde keşke barındırıyor ve hiçbir insan içinde keşke bulunan bir hayat istemezken her anını keşkelerle geçiriyor? ya da ben neden bu kadar sorgulamak zorundayım her şeyi?

 
hayatta her şeyin bir nedeni vardır ve bu neden gerçekleşmeden olmaz hiçbir şey. ama iyi ama kötü, ama mantıklı ama saçma ama her koşulda bir neden sonuç örgüsünde işliyor hayat. ki zaten bu nedensellik yaklaşımı ardında ya da yanında koşulluluk durumunu da getiriyor. sen beni sev ben seni seveyim, sen benim için derste imza at ben de sana atayım. ben seni bugünlere kadar yetiştirdim ki bana yaşlılığımda bana bakasın...

 
kaçsak bu döngüden olmaz mı? ne bileyim sormasa kimse neden diye? her gelene eyvallah deyip kabul etsek? madem gelmiş hoş gelmiş desek olmaz mı? gündelik hayat denen hengamenin içinde ezilip gitmek zorunda mı insan? hayattaki belki de en temel nedeni aramak kafi değil mi onca gereksiz nedeni sormak yerine? neden bu hayattasın? ne için yaşıyorsun? ardında neler bırakacaksın? tamam bir dostoyevski gibi karamazov kardeşler'i falan yazmadın ve muhtemelen çok çok benim yaptığım gibi kıytırık bir sözlük yazarı olmaktan öteye de geçemeyeceksin hayatta ama bıraktığın izin illa ki başkaları tarafından gözükmesine gerek var mı? hayatta bir şeyleri etrafındakiler görsün, bilsin, duysun diye mi yapacaksın? cevabını bilmeye muktedir olman yeterli değil mi?

 
gördünüz işte yine başladı soru sarmalı. şimdilik esen kalın ben de sarmalın ucuna yetişeyim...

höff

höfflemek diye bir eylem tanımlanmalı. bence olmalı. hayır sıkılmak eylemi yetersiz geliyor kimi zaman ve bu yansıma kökten türetilmiş eylem ile (bakın bu vesile ile kelimenin kökenine bir dayanak sağlıyorum. çok lazım bu kelime evet) sıkılmanıza bir derece verebilmiş olabilirsiniz.
 


evet abilerim ablalarım. bugün bir pazar günü sabah güzel bir kahvaltı ardından koca bir gün sadece bu kelimeyi düşündüm. pazar gününden nefret ettiğim konusuna daha sonra değinecek olmamdan ötürü şimdi burada sizi sıkmak istemiyorum.
 


yahu koca bir pazar günü bu kadar amaçsız ama bu kadar da garip bu kadar da hoş olabilir mi? güzel diyemiyorum. hoş. ne kadar kötü geliyor kulağa. yani güzel bi memnuniyet belirtirken, hoş ne idüğü belirsiz bir tanımlama.
 


neyse gündelik alelade bir yazı yazmak istiyorum. derin depresyon izleri taşıyan yazılara da zaman gelir elbet.